Başlıklar
- Verimlilik Tiranlığı: Her Tutkunun Bir “Yan Gelir” Projesine Dönüşme Tehlikesi
- Oyunun Ruhu: Bir Hobiyi “İşe” Çevirdiğimizde Neleri Kaybederiz?
- ‘İşe Yaramaz Hobiler’in Gizli Geri Dönüşü: Bilimsel ve Felsefi Bir Savunma
- Kişisel İsyanım: Kötü Suluboya Resimleri Yapmanın Özgürleştirici Hikayesi
- Kutsal Alanınızı Koruma Rehberi: Amaçsız Hobinize Nasıl Kalkan Olursunuz?
- Sonuç

Hobinizi bir işe dönüştürmek, ruhunu öldürmektir. Bu cümle, modern verimlilik ve “yan gelir” (side hustle) kültürünün kutsal metinlerine karşı bir küfür gibi gelebilir. Yaşadığımız çağ, bize her tutkunun parlatılabilecek bir elmas, her boş zamanın değerlendirilebilecek bir yatırım fırsatı olduğunu fısıldıyor. Örgü mü örüyorsun? Etsy dükkanı aç. Ekmek mi yapıyorsun? Atölye düzenle. Fotoğraf mı çekiyorsun? Stok sitelerine yükle. Bu bitmek bilmeyen optimizasyon baskısı altında, bir aktiviteyi “sadece öyle”, hiçbir dışsal amaç gütmeden, sırf yapmanın saf ve anlık keyfi için yapmak, neredeyse radikal bir eylem haline geldi. İşte bu yazı, o radikal eylemin bir manifestosudur. Bu yazı, hayatlarımızı zenginleştiren ancak bilançolarımızda veya özgeçmişlerimizde asla yer bulamayacak olan o değerli ve tamamen işe yaramaz hobiler için bir savunmadır. Çünkü değerimiz, verimliliğimizin bir toplamı değildir ve en derin insani deneyimlerimizden bazıları, kasıtlı olarak “işe yaramaz” olan anlarda filizlenir.
Verimlilik Tiranlığı: Her Tutkunun Bir “Yan Gelir” Projesine Dönüşme Tehlikesi
Toplum olarak kolektif bir yanılgının içindeyiz: Meşguliyetin erdem, boş durmanın ise israf olduğu yanılgısı. Bu “verimlilik tiranlığı”, hayatımızın en mahrem köşelerine, yani keyif aldığımız, ruhumuzu dinlendirdiğimiz o özel anlara bile sızmış durumda. Eskiden “hobi” dediğimiz şey, şimdi potansiyel bir “varlık” (asset) olarak görülüyor. Bu dönüşümün ardında yatan birkaç temel dinamik var.
Birincisi, optimizasyon kültürünün görünmez baskısıdır. Silikon Vadisi’nden yayılan ve tüm dünyaya bulaşan bu “hayat hack’leme” zihniyeti, uyku kalitemizden sabah rutinimize, okuduğumuz kitaplardan dinlediğimiz podcast’lere kadar her anımızı daha verimli hale getirme vaadinde bulunur. Bu kültürde, hiçbir amaca hizmet etmeyen bir aktivite, denklemin dışında kalır; bir anomali, bir verimsizlik olarak görülür. “Boş zaman” kavramı, dinlenilecek bir mola yerine, “kişisel gelişim” veya “ek gelir” için doldurulması gereken bir boşluk haline gelmiştir. Bu neden önemli? Çünkü bu zihniyet, “olma” halini ortadan kaldırır ve sürekli bir “yapma” haline zorlar. Dinlenmek bile bir sonraki verimlilik sprintine hazırlanmak için yapılan stratejik bir eyleme dönüşür.
İkincisi, sosyal medya vitrinidir. Instagram ve Pinterest gibi platformlar, hobileri birer keyif anı olmaktan çıkarıp, sergilenecek birer “ürün”e dönüştürdü. O mükemmel ışıkla çekilmiş ekşi mayalı ekmek fotoğrafı, o kusursuzca örülmüş kazak, o profesyonelce düzenlenmiş seyahat videosu… Bunlar artık sadece bir sürecin sonuçları değil, aynı zamanda kişisel markamızın birer parçasıdır. Hobi, artık sessizce kendi kendimize keyif aldığımız bir şey değil, takipçilerimize sunduğumuz bir performans, beğeni ve takdir bekleyen bir vitrin ürünüdür. Bu durum, aktivitenin kendisinden çok, onun sunumuna odaklanmamıza neden olur.
Son olarak, tükenmişliğin sözlüğü günlük hayatımıza yerleşti. “Grind” (öğütmek, ezmek), “hustle” (koşturmak), “monetize” (paraya çevirmek) gibi kelimeler, masum aktivitelerin etrafında dönerek onların doğasını değiştiriyor. Eskiden sadece “gitar çalmaktan keyif almak” olan bir eylem, şimdi “gitar yeteneğimi nasıl paraya çevirebilirim?” sorusunun gölgesi altında eziliyor. Bu kelimeler, oyun alanlarımızı birer savaş alanına, rahatlama anlarımızı ise birer iş toplantısına çevirir. Ve bu, bizi bir sonraki kaçınılmaz durağa getirir: en sevdiğimiz şeylerden bile tükenmek.
Oyunun Ruhu: Bir Hobiyi “İşe” Çevirdiğimizde Neleri Kaybederiz?
Bir hobiyi “ciddiye almak” ile onu bir “işe çevirmek” arasında ince ama kritik bir çizgi vardır. Bu çizgiyi geçtiğimizde, genellikle geri dönüşü olmayan bir şekilde, o aktivitenin ruhunu feda ederiz. Kaybettiğimiz şey, sadece boş zamanımız değil, çok daha temel ve psikolojik bir şeydir.
Kaybettiğimiz ilk ve en önemli şey, içsel motivasyondur. İçsel motivasyon, bir aktiviteyi dışsal bir ödül (para, beğeni, statü) için değil, sadece aktivitenin kendisinden alınan keyif, merak veya tatmin için yapma arzusudur. Düşünün: Bir çocuk, parktaki salıncakta daha yükseğe çıkmaya çalıştığında bunu bir CV’sine eklemek için yapmaz; sadece o anın heyecanı ve özgürlüğü için yapar. Hobi, bizim yetişkinlikteki çocuk parkımızdır. Onu bir işe çevirdiğimizde ise, içsel motivasyonun yerini hızla dışsal motivasyon alır. Artık “yapmak istediğimiz için” değil, “müşteriyi memnun etmek”, “son teslim tarihine yetişmek”, “satışları artırmak” gibi nedenlerle “yapmamız gerektiği için” yaparız. Bu değişim, aktivitenin kimyasını bozar. Bunun hayatımızdaki anlamı şudur: En sevdiğimiz kaçış noktamız, bir anda kaçmamız gereken başka bir göreve dönüşür.

İkinci olarak, güvenli alanlarımızda performans kaygısı başlar. Hobi, hata yapmanın serbest, denemenin risksiz, sonuçların önemsiz olduğu bir sığınaktır. “Kötü” bir resim yapabilir, “yanlış” bir notaya basabilir, “beceriksizce” bir şeyler dikebiliriz. Tehlikede olan hiçbir şey yoktur. Ancak bu sığınağın kapısına bir fiyat etiketi astığımızda, içeriye “yeterince iyi miyim?” sorusu sızar. Müşteriler ne düşünecek? Takipçiler beğenecek mi? Bu harcadığım zamana değecek mi? Performans kaygısı, yaratıcılığın ve oyunun baş düşmanıdır. Oyun, özgürlük ve yargısızlık ortamında gelişirken, kaygı, katılık ve mükemmeliyetçilik getirir.
Sonuç olarak, bu süreç bizi “akış” (flow) halinden “tükenmişlik” (burnout) haline taşır. Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi’nin tanımladığı “akış”, zamanın nasıl geçtiğini unuttuğumuz, benliğimizi kaybettiğimiz ve aktiviteyle tamamen bütünleştiğimiz o sihirli andır. Bu, işe yaramaz hobilerin en büyük hediyesidir. Ancak aktivite bir işe dönüştüğünde, süreçten keyif almanın yerini sonuç odaklı stres alır. Akışın yerini sürekli yapılacaklar listesi, e-postalar ve finansal tablolar alır. Bir zamanlar enerji kaynağımız olan şey, enerjimizi tüketen bir canavara dönüşür.
‘İşe Yaramaz Hobiler’in Gizli Geri Dönüşü: Bilimsel ve Felsefi Bir Savunma
Peki, bu amaçsız aktiviteler sadece keyifli birer kaçış mı? Yoksa görünenden daha derin bir faydaları mı var? Bilim ve felsefe, bu “işe yaramaz” uğraşların, modern insanın en çok ihtiyaç duyduğu zihinsel ve ruhsal besinleri sağladığı konusunda hemfikir. Bu, işe yaramaz hobilerin gizli yatırım getirisidir (ROI); banka hesabınıza değil, ruhunuza ödenen bir temettüdür.
Her şeyden önce, bu hobiler beynin oyun alanını oluşturur. Bir konu üzerine yoğun bir şekilde odaklanmadığımızda, beynimiz “Varsayılan Mod Ağı” (Default Mode Network – DMN) adı verilen bir duruma geçer. Bu, beynin hayal kurduğu, geçmişi hatırladığı, geleceği planladığı ve alakasız gibi görünen fikirler arasında beklenmedik bağlantılar kurduğu bir “zihinsel serbest dolaşım” halidir. Duşta, yürüyüşte veya sadece pencereden dışarıyı izlerken aklımıza gelen parlak fikirlerin arkasında bu ağ vardır. “İşe yaramaz” bir hobiyle uğraşmak – bahçede toprağı eşelemek, bir melodiyi tekrar tekrar mırıldanmak – DMN’yi aktive etmek için mükemmel bir tetikleyicidir. Bu neden önemlidir? Çünkü bu, en yaratıcı ve özgün fikirlerimizin doğduğu yerdir. Sürekli odaklanmış ve verimli olmaya çalışarak, aslında beynimizin bu en üretken mekanizmasını kapatmış oluruz. (Bu konu, sitemizdeki “Üretken Tembellik Sanatı” yazısında daha detaylı işlenmektedir.)
İkinci olarak, bu hobiler özgeçmişin ötesindeki kimliğimizi inşa eder. Modern kültürde, “Ne iş yapıyorsun?” sorusu, “Kimsin?” sorusunun yerini almıştır. Kimliğimizi ve değerimizi, profesyonel unvanlarımız ve başarılarımız üzerine kurarız. Peki işimizi kaybettiğimizde veya emekli olduğumuzda geriye ne kalır? “İşe yaramaz” hobiler, bu tehlikeli denkleme bir cevaptır. Onlar, bizim “Mimar Ahmet” veya “Pazarlama Müdürü Ayşe” olmadığımız, sadece “kuşları gözlemleyen”, “kilden garip şekiller yapan” veya “eski filmleri izleyen” biri olduğumuz alanlardır. Bu, kimliğimize derinlik ve dayanıklılık katar. Bize, değerimizin mesleğimizden bağımsız olduğunu hatırlatan somut bir kanıt sunar.
Son olarak, beklenmedik beceri transferi gibi somut faydaları da vardır. Doğrudan bir bağlantı olmasa da, bir alanda geliştirilen bir beceri, genellikle tamamen farklı bir alanda bize yardımcı olur. Örneğin, bir enstrüman çalmayı öğrenmek, disiplin, sabır ve kalıpları tanıma becerisini geliştirir. Bu beceriler, karmaşık bir iş projesini yönetirken veya yeni bir yazılım dilini öğrenirken paha biçilmez olabilir. Veya model uçak yapmak, ince motor becerilerini, detaylara dikkati ve talimatları takip etme yeteneğini keskinleştirir. Bu, bir cerrahın veya bir mühendisin işinde doğrudan bir yansıma bulabilir. Hobiler, zihnimizi ve bedenimizi, öngörülemeyen zorluklara karşı esnek ve uyumlu hale getiren birer antrenman sahası gibidir.
Kişisel İsyanım: Kötü Suluboya Resimleri Yapmanın Özgürleştirici Hikayesi
Birkaç yıl önce, kendimi sürekli bir “üretim” döngüsünün içinde buldum. Yazdığım her kelime, çektiğim her fotoğraf, bir portfolyonun parçası, bir sonraki projenin adımı olmak zorundaydı. Yaratıcılık, bir keyif olmaktan çıkıp bir yükümlülüğe dönüşmüştü. O sıralarda, bir kitapçıda gezerken çocuk reyonunda duran ucuz bir suluboya setine takıldı gözüm. Hiçbir mantıklı sebep yokken, o seti ve en kalitesizinden bir bloknotu alıp eve döndüm.
Amacım resim yapmayı öğrenmek değildi. Amacım hiçbir şey değildi. Masama oturdum, fırçayı suya batırdım ve renklerin kağıt üzerinde kontrolsüzce dağılmasını izledim. İlk ortaya çıkan şeyler, bir çocuğun bile “kötü” diyeceği, şekilsiz, çamurlu lekelerdi. Ve o anda içimde bir şeyler kırıldı. İlk refleksim, elbette, “Bunu nasıl daha iyi yaparım?” oldu. YouTube’dan ders videoları izlemeyi, daha iyi kağıt almayı, “gelişmeyi” düşündüm. Sonra o sesi bilinçli bir şekilde susturdum.
Kendime bir kural koydum: Bu aktiviteyi kasıtlı olarak “kötü” yapacaktım. Amacım asla “iyi” bir resim yapmak olmayacaktı. Amacım, sadece 15 dakika boyunca fırçanın ucundaki suyun ve boyanın kağıtla buluşma anını hissetmekti. Instagram’da paylaşmak yok. Kimseye göstermek yok. Çerçeveletmek yok. Sadece süreç. Sadece o an. Kağıdın suyu emişini, mavinin yeşile karışmasını, kontrolüm dışında oluşan yeni renkleri izlemek, yıllardır hissetmediğim bir özgürlük duygusu verdi. Bu, benim kişisel isyanımdı. Hiç kimsenin görmediği, hiç kimsenin alkışlamadığı ve hiçbir parasal değeri olmayan o “kötü” resimler, tükenmişliğin ortasında bulduğum bir vahaydı. O an anladım ki, bir hobinin en büyük değeri, onun “işe yaramazlığında” gizliydi.
Kutsal Alanınızı Koruma Rehberi: Amaçsız Hobinize Nasıl Kalkan Olursunuz?
Eğer siz de bir hobinin saf keyfini yeniden keşfetmek istiyorsanız, onu günümüzün verimlilik baskısından korumanız gerekir. Bu, aktif bir çaba gerektirir. İşte o kutsal alanı inşa etmek ve korumak için birkaç pratik strateji:
- Sınırları Çizin: Hobinize, ajandanızda dokunulmaz bir zaman ve evinizde kutsal bir mekan ayırın. Bu, “Eğer vaktim kalırsa yaparım” belirsizliğinden çıkarıp, “Salı akşamları 8 ile 9 arası benim boyama saatim” kesinliğine taşımak demektir. O bir saat boyunca telefonunuzu kapatın, bildirimleri sessize alın. O köşe, o masa, o koltuk, sadece o aktiviteye ait olsun. Bu fiziksel ve zamansal sınırlar, beyninize “Şimdi oyun zamanı, performans değil” sinyalini gönderir.
- Başarıyı Yeniden Tanımlayın: Hobinizdeki başarı metriklerini bilinçli olarak değiştirin. Dışsal metrikler (“Ne kadar ilerledim?”, “Kaç tane bitirdim?”, “Başkaları beğendi mi?”) yerine içsel metrikleri benimseyin. “Bugün yaparken ne hissettim?”, “Süreçten keyif aldım mı?”, “Zihnim dinlendi mi?”. Başarı, ortaya çıkan ürünün kalitesi değil, süreçte sizin hissettiğiniz mevcudiyet (presence) ve huzurdur.
- “Paylaşmama Paktı” Yapın: Bu belki de en radikal ama en etkili adımdır. Hobinizin sonuçlarını kimseyle paylaşmamaya karar verin. En azından bir süreliğine. Bu, aktiviteyi dışsal onayın zehirli beklentisinden arındırır. Sadece kendiniz için bir şey yaratmanın inanılmaz bir gücü vardır. O an, sizinle aktivitenin kendisi arasında özel, gizli bir bağ kurar. Bu, hobinizi ticarileşme baskısına karşı koruyan en güçlü kalkandır.
Sonuç
Bizler, birer üretim bandı değiliz. Değerimiz, ürettiklerimizle, verimliliğimizle veya kazandığımız parayla ölçülemez. Bu sürekli optimizasyon ve koşturmaca çağında, en büyük direniş eylemlerinden biri, belki de en sessiz olanıdır: Hiçbir amaca hizmet etmeyen, hiçbir getirisi olmayan, tamamen “işe yaramaz” bir şeyi, sırf onu sevdiğimiz için yapmaktır. Bir saksıdaki çiçeği sulamak, eski bir şarkıyı ıslıkla çalmak, bulutların şeklini takip etmek… Bunlar, modern hayatın gürültüsünde ruhumuzun nefes aldığı nadir anlardır.
“İşe yaramaz” bir hobiye zaman ayırmak, zamanı israf etmek değildir; aksine, insan olmanın ne demek olduğunu yeniden hatırlamaktır. Bu, oyunun, merakın ve yargısız yaratımın ruhuna bir övgüdür. Öyleyse kendinize bu hediyeyi verin. “Verimli” olmayı reddeden, sadece “var olmanıza” izin veren bir alan yaratın. Çünkü en sonunda, bizi biz yapan şeyler, özgeçmişimize yazdıklarımız değil, kimse bakmıyorken ruhumuzu beslemek için yaptığımız o küçük, sessiz ve “işe yaramaz” şeylerdir.
Eğer para, sosyal statü veya kişisel gelişim gibi tüm dışsal motivasyonlar ortadan kalksaydı, sadece yapmanın keyfi için hangi aktiviteye zaman ayırırdınız?



Ne kadar farklı ve doğru bir bakış açısı.. günümüz dünyası sosyal medya aracılığıyla; tüketim çılgınlığına masum bir sebep bulabilmek adına daha verimli olmak, hızlı para kazanmak gibi cezbedici fikirler aşılayarak aslında tüketimi ihya ediyor. Daha verimli yaşayan, disiplinden şaşmayan insan bir süre sora kendisinin de insan olduğunu hatırlayıp belirlediği sınırlı zaman dilimlerinde dahi olsa istediği her şeyi yapabileceğine kendini inandırıyor. O zaman diliminde dilediğince yiyor, içiyor ve en acısı bunu kendine hak görüyor. Bu aslında bir kandırmaca.. Bilmiyor ki hayat aslında bir dengeden ibaret.. Böyle yaparak kendi özgürlüğünü ve yaratıcılığını sınırlandırdığının farkında olamıyor ne yazık ki..