Ah şu kapı zilleri…
3 yıl boyunca her kapı çaldığında bilgisayarımı yatağın arasına koydum. Gelen haciz memurları evi gezerken, her yeri didik didik etmiyorlardı çünkü. Amaçları evden bir şeyler toplayıp, onları satarak borcunu ödetmek değil, senin o “eve haciz geldi” mağduriyetini yaşaman. Bir kere yaşadıktan sonra bu mahcubiyeti atlatamamanı ve borçları ödemeni istiyorlardı. Ben bu mahcubiyeti defalarca yaşadım, bir keresinde tüm beyaz eşyaları, ufak a4 yazıcıyı bile götürmüşlerdi. İcra memurunun elindeki kağıda not alırken görüp, daha çok para edeceğini düşünmüştüm. Ama bilgisayarımı alamamışlardı, tek kişilik yatağımda yorganın altında güvende duruyordu çünkü. Sonradan yasayı değiştirdiler, aynı eşyadan evde iki tane varsa birini alabiliyorlardı sadece. Eve icra gelmedi bir daha.
Her kapı çaldığında sadece icra memurları gelmiyordu, bu sabahları olabilecek bir olaydı. Bir de akşam çalan kapı zilleri vardı. Kesinlikle bir alacaklı olduğundan emin olduğumuz için, akşam çalınan kapı zili her zaman evde herkesin birbirine baktığı ve paniklediği bir an olurdu. Yıllar geçti belki, hala kapı çaldığında tedirgin olur bir yanım. Çünkü her seferinde, olmayan parayı karşı tarafa açıklamaya çalışan babam, ne diyeceğini bilemeyen annem, benim ortamdan uzaklaştırmaya çalıştığım kardeşlerim geliyor aklıma. Nefret ederim kapı zilinden, sesinden.
Yürürken arkanda yavaşladığını hissettiğin arabalardan da nefret ederim. Hep tedirgin etti şimdiye kadar, birileri durup beni alacak diye içime yerleşti herhalde. Babamın sorulmasından, “baban nerede” cümlesinden o kadar sıkılmıştım ki, hala birisi sorduğunda, özellikle de tanımıyorsam karşıdaki insanı o kadar titriyor ki içim.
Bir keresinde, alacaklı olan, babamı öldürmekle tehdit eden, beni kaçıran bir aile vardı. İsimlerini bile hatırlamak olmuyor ne kadar bir şey şu an. Yıllar geçtikten sonra, yol kenarında yürürken gördüğüm bir pazara girdim. Tezgahlara bakarak yürüyordum sadece ve hiçbir şey almayacaksam da muz alıyım en azından dedim. Tezgaha yanaştım, muz istedim kafamı kaldırmadan. Elimi cebime attım, 50 TL parayı çıkardım ve poşeti bana uzatan kişiye doğru kafamı kaldırdığımda, yıllarca hayatımı zehir ettiğini bildiğim, karşılaşmamak için şehir değiştirmeye hazır olduğum kişi karşımdaydı. Göz göze geldik, güldü, senden para almaya gerek yok helali hoş olsun demişti. Beni gördüğü yerde öldüreceğini düşündüğüm insan, benden sattığı muzların parasını almadı.
Başka bir gün, babamın ofisinin yanında Mustafa abinin ofisine gitmiştim. Bizlere yardımcı olması, ne yapacağımız konusunda yol göstermesi için. Ofisine girdim, odasına girdim. Masanın önündeki misafir sandalyesine oturdum telefonunun bitmesini bekliyordum ve kapı zili çaldı. Ah şu kapı zilleri. Hiç çalmasa. İçeri bir adam girdi, ben tanımıyorum. Babam da tanımazdı muhtemelen. Direkt konuya girerek babamdan bahsederek, Mustafa abiye nerede olduğunu sordu, kendisiyle hesabı olduğunu, hesabını onla halledemezse öldüreceğini, onu bulamazsa oğlunu bulacağını, oğluyla halledemezse onu da öldüreceğini söylüyordu. Oğlunu, yani beni. Bulamadığı beni. Karşısında, sandalyede oturan beni. Belindeki kocaman satır gibi bıçağı hatırlıyorum. Mustafa abinin panikleyip, dur misafirim var yan odada konuşalım diye apar topar yan odaya geçtiklerini hatırlıyorum. Adamın bağırmalarını, sinirini hatırlıyorum. Ölüme bu kadar çok bir kere daha yakınlaşmıştım.
Hepsi geçti diyorsun, artık böyle günler yok diyorsun ama anıları, hatıraları, yaraları hiç geçmiyor. Bunlar gibi onlarca olay, onlarca kişi…
Şarhoş olmadan ya da daha sarhoş bir şekilde, belki yine yazabilirim bir gün.